Prof. Dr. Ahmet Kavas ile Türkiye- Afrika ilişkilerini konuştuk. Son 20 yılda yapılanların önemine değinen Kavas, “Türkiye’nin Afrika’daki itibarı giderek büyüyor” dedi.
ZEYNEP KARACA
Diplomat, akademisyen ve yazar Ahmet Kavas ile geçmişten günümüze Afrika- Türkiye ilişkilerini konuştuk. Osmanlı’nın bölgeye bakışı ve Cumhuriyet dönemi bakış arasındaki farklar hakkında bilgi veren Kavas, son yirmi yılda yapılan çalışmalara değindi. Kavas, “Afrika’ya bakışımız son 20 yılda hem bizde hem de Afrikalı muhataplarımızda herkeste çok değişti. Türkiye’nin Afrika’daki itibarı giderek büyüyor” dedi.
1-Osmanlı’nın geçmişte Afrika ile kurduğu ilişki hakkında ne söylemek istersiniz? Bu ilişkilerin günümüze uzanan bir bağı var mı?
Osmanlı Devleti yüzölçümü 30 milyon km2’yi aşan Afrika’nın Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir ile Habeş eyaleti adıyla beş farklı eyaletindeki idarî varlığı yanında bunları çevreleyen tamamı Müslüman hanedanlarla yakın temaslar kurdu. Aslında Osmanlıların bu kıtadaki varlıkları öncesinde Tolunoğulları (868-905), İhşidler (935-969), Eyyûbîler (1171-1250) ve Memlük (1250-1517) idarelerinin bir devamı gibidir. Türklerin kıtanın Mısır merkezli varlıkları 650 yıllık bir geçmişe sahipti. Buna 400 yıllık Osmanlı idaresi de ilave edildiğinde toplamda tam 1000 yıllık bir tarihî süreçten bahsediyoruz. Asya’nın farklı bölgelerinden getirilen on binlerce Türk genci bir daha geri dönmemek üzere bu coğrafyaların insanları ile kaynaştılar. Aynısı Osmanlı tarafından Anadolu’dan her yıl binlerce genç Mısır ve Mağrip ülkelerine sevk edildiler. Bunlar da yerel ailelerin kızları ile evlenip yerel toplumun bir parçasına dönüştüler. Osmanlıların Afrika’daki izlerini farklı açılardan ifade etmek mümkün. Başta Anadolu olmak üzere Balkanlar, Kafkaslar ve Asya’daki Türk toplulukları soyundan gelen milyonlarca insan var. Bu insanların asırlar içinde yaptıkları binlerce mimari eser var. Yaşadıkları coğrafyaların toplum hayatına yeme içmesinden giyimlerine, müziklerine kadar farklı tesirleri var. Soylarından gelen alimlerin yazdığı ve halen okunan çok sayıda kıymetli kitaplar var. Kısacası eğer Afrika’nın Akdeniz ve Kızıldeniz sahilleri ile iç bölgeleri önce Haçlı seferleri zamanında istila edilemediyse ilk Türk hanedanlarının sayesinde sağlanmış bir kazanımdır. Osmanlılar ise özellikle Endülüs’de son hanedan devleti Nasriler’in Gırnata’daki hakimiyeti bitince tüm Kuzey Afrika’yı İspanyollardan ve Kızıldeniz’i de Portekiz istilasından korudular. Böylece Avrupalı sömürgeciler Afrika’yı ancak Osmanlı hakimiyeti zayıflayınca istila edebildiler. Yani kısaca sömürgeciliğin bu kıtaya girişini bin yıl geciktiren Türklerdir.
Bu tarihi ilişkilerin bugüne katkısı elbette var. Ancak bu çok gözle görülür değil. Ama tarihî tecrübelerin bu günkü davranışlarımıza etkisi mutlaka var. Ancak bu konularda yeterli çalışmalar yapılmadığı için sadece meraklılar ilgilenebildikleri kadar malumat sahibi olabiliyorlar. Eğer bugün Afrika’nın sadece Osmanlı Devleti zamanındaki varlığı ile ilgili değil kıtanın tamamında bir geçmiş algısı kaynaklı muhabbet hiç kopmadı. Hatta bugünkü yapıp ettiklerimiz eski ağaçlara yeni aşılar yaparak onları canlandırmak diyebiliriz.

İstanbul ile temaslarını canlı tuttu
2-Osmanlı’nın dünya ile kurduğu ilişkide Afrika’nın önemli bir yeri var mıydı? Afrika’ya yıllarca köle ticareti olarak bakan dünya dışında Osmanlı ne vaat etti?
Osmanlı Devleti Afrika kıtasına açılana kadar sadece Asya ve Avrupa’da etkili idi. Oysaki Akdeniz’i çevreleyen güçlü bir hükümranlık ancak her üç kıtada varlık gösterince mümkündü. Böylece üç kıta arasında her türlü etkileşimi Osmanlılar yönetiyorlardı. Akdeniz bir Türk gölü olmuştu. Bugün Fas Krallığı diye bir hanedan devletinin varlığı tamamen Osmanlılar sayesindedir. Eğer Cezayir Beylerbeyiliği 1578 yılında Portekiz öncülüğündeki Papalık ordularını Üç Kral Savaşı da denen Vadiü’l-Mehâzin Savaşı’nda Faslılara yardım etmemiş olsalardı galip gelmeleri mümkün değildi. İspanyol ve Portekiz sömürge güçlerinin tüm okyanuslardaki üstünlüklerini İngiliz, Fransız ve Hollandalılara kaptırmaları karşılarına Osmanlıların karada ve denizde çıkmalarından sonra gerçekleşti. Afrika bilinen üç bin yıllık tarihte Fenikeliler, Eski Yunan, Eski Pers, Büyük Roma, Doğu Roma ve Müslüman Araplar dahil hep güçlü hanedanların ayakta kalmalarını sağladı. Ne zaman ki Afrika’daki güçlerini kaybettiler, iktidarlarını kaybetmeleri çabuklaştı. Osmanlılar köle ticareti dahil kıtanın istilası karşısında her türlü fedakarlığı yaparak kendi kimlikleri ile ve kendi vatanlarında kalmalarını sağladı.
Osmanlıların Afrika’da varlık sebepleri kendilerine yeni hükümranlık alanları açmak değildi. Zaten kendi kendine yetebilen ve her türlü özellikle gayri müslim istilalara karşı dayanabilenlere Fas Krallığında, Harar Sultanlığı ve Sudan’da Func ve Darfur sultanlıkları, Somali’den Tanzanya’ya kadar hüküm süren Zengibar Sultanlığı, başta Kânim-Bornu, Veday ve Çad Gölü havzasındaki diğer yerel hanedanları daime destekledi. Oralarda kendi kendilerine yetebilen idareler olduğu müddetçe İstanbul ile temaslarını canlı tuttu.
Avrupalılar kendi varlıkları için Afrikalıları kullandılar
3-Osmanlı, Afrika ilişkilerinde başarılı oldu mu? İlişkiler kalıcı etki gösterdi mi?
Osmanlı-Afrika ilişkileri kıtada en fazla huzur ortamının sağlandığı, yerel hakların menfaatlerin en fazla gözetildiği, tüm toplumların her türlü kendilerine has değerlerinin korunduğu, ticaret ağlarının güvenliğinin sağlandığı, köle ticaretinin sadece Osmanlı varlığı ve nüfuz bölgesi dışından, özellikle de güneybatı Afrika sahillerinden yapılması bunun açık delili. Aslında Osmanlılar çekilene kadar kimse bu varlığın kendileri için ne kadar kıymetli olduğunun farkında değillerdi. Çünkü tüm güvenlik genelde Anadolu’dan ve kısmen Balkanlardan, Şam, Halep ve Bağdat gibi önemli şehirlerden sağlanan asker ve sivil memurlarla sağlanıyordu. Sömürgecilikle birlikte kıtanın tamamı yedi Avrupa devleti tarafından çizilen onlarca bölgeye ayrıştırıldı. Tüm ticaret yolları kapandı. Osmanlılar kendileri Hanefi oldukları halde Maliki ve Şafii mezhepleri mensuplarından bunları korumaları için gayret edildi. Hiçbir ne Mısırlı, ne Libyalı veya Tunuslu, Cezayirli Osmanlı menfaatleri için kendilerine ait olmayan cephelere sürülerek savaştırılmadı. Ama Avrupalı sömürgeciler Afrika yerlilerini silahlı eğitimden geçirip önce kıtadaki istila, işgal ve sömürgecilik sürecinde kendi yurtlarını korumak isteyen yerel yönetimlerle savaştırdılar. Daha sonra bunları başka kıtalardaki savaşları için farklı cephelere sürdüler. Aslında henüz sömürgecilik faaliyetleri kıtayı çepeçevre kuşatmadan önce Amerika kıtası başta olmak üzere hiç bilmedikleri diyarlara köleleştirerek götürülmelerinin acıları henüz bitmemişti ki bu defa önce eli silahlı savaşçı yapıldılar. Sebebini bilmedikleri diyarlarda buna Osmanlı toprakları da dahil Balkan Savaşları, Çanakkale Savaşı, Maraş’ın işgali ve daha birçok cepheye sürüldüler. Savaş sonrası ise karın tokluğuna işçi yapılıp yakılıp yıkılan Avrupa’nın yeniden inşasında, yok edilen insanlarının yerine fabrikalarında işgücü olarak kullanıldılar. Osmanlı Afrikalılara hizmet için varlık gösterirken Avrupalılar kendi varlıkları için Afrikalıları kullandılar.
Kıtaya doğrudan temas eden ilk Padişah Yavuz Sultan Selim
4-Osmanlı-Afrika ilişkilerinde belli başlı isimler var mı? Bu kişiler hakkında ne söylemek istersiniz?
Osmanlı Devleti’nin bugün Afrika olarak bildiğimiz devasa kıtada varlık gösterdiği yerler Mısır, Trablusgarp (Libya), Tunus, Cezayir ve Habeş (Sudan, Eritre ve Etiyopya) isimli beş eyaleti olup bunların dışında nüfuslarının tamamı veya çoğunluğu Müslümanların yaşadığı Fas Krallığı, Batı Afrika’da Mali’de Songay Sultanlığı, Nijer’de Kavar ve Agadez sultanlıkları Çad Gölü havzasında Kanim-Bornu Sultanlığı, Veday Sultanlığı, Darfur ve Func sultanlıkları (Sudan), Zengibar Sultanlığı (Tanzanya ve Kenya) gibi tüm coğrafyasının yarıdan fazlası ile temaslar kuruldu. 1505 yılından itibaren Mağrip’te (Kuzey Afrika) ile Barbaros kardeşlerin (Oruç Reis ve Barbaros Hayrettin Paşa) bölgedeki faaliyetleri çok geçmeden Mısır’ın 1517’de Osmanlı idaresine geçmesi ile birlikte Akdeniz’in kuzeyinde 1574’te Tunus’un İspanyollardan alınmasına kadar Papalık güdümündeki İspanyollara karşı yaklaşık 60 yıllık bir mücadele var. Kızıldeniz’de de yine Papalık tarafından teşvik edilen Portekiz donanmasının 1517’den itibaren geldikleri Cidde önlerinden uzaklaştırılıp onlarca yıl onlarla Aden Körfezi, Güney Arabistan ve Basra Körfezi girişinde yapılan deniz savaşları dahil bölgenin korunma altına alınması var. 16. yüzyıl boyunca verilen bu mücadele 1790 yıllarda Cezayir’in batısındaki Vehran (Oran) şehrinin İspanyol idaresinden koparılması dahil yaklaşık üç asır devam etti. Tüm bu dönemlerde hem bu eyaletlerdeki yerel idarelerle ve toplumlarla hem de Fas Krallığı ve Osmanlı eyaletlerini çevreleyen tüm Müslüman toplumların yöneticileri ile İstanbul arasındaki bağlar hep canlı tutuldu.
Osmanlı Afrika ilişkileri dendiğinde kıtaya doğrudan temas eden ilk Padişah Yavuz Sultan Selim (1512-1520), Tunus Savaşı’nı kazanmak için her türlü tedbiri alan Padişah İkinci Selim (1566-1574) ve kendi zamanında Vehran’ın alınmasını camilerde hutbe ile tüm Müslümanlara duyuran Padişah Üçüncü Selim (1789-1807) dahil olmak üzere özellikle Padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın (1520-1566) kıtanın tüm çevresinde bilinen önemli yerleri Osmanlı idaresine alması büyük bir başarıdır. Padişah Üçüncü Murad zamanında Yemen Valisi Hasan Paşa tarafından tüm Somali kıyılarının Portekiz tehdidinden kurtarılması, Kenya’nın Mombasa limanının 1585’te alınıp tüm Afrika’nın doğu sahillerinin güvenliğinin sağlanması da Kuzey Afrika Müslümanlarına yapılan her türlü destek kadar önemlidir. Osmanlı asırlarında 16. yüzyılda Bornu Sultanı İdris Elavma ile yakın temas kurulmuşsa, Mali’de Songay Sultanlığı ile işbirliği yapılmışsa, Harar’da (Etiyopya) Ahmed el-Mücahid’in bölgedeki güçlenmesi temin edilmişse, Fas’ta Ahmed el-Mansur ve kendinden önceki yönetimler Avrupa istilasına karşı desteklenmişse, 19. yüzyılda Zengibar Sultanı Bergaş, Trablusgarp’da Muhammed es-Senûsi ve oğluna her türlü destek verilmişse, 20. yüzyılın başında Müslüman önderler içinde sömürgeciliğe karşı direnen Somali’de Muhammed Abdullah Hasan, Darfur’da Ali Dinar, Nijerya’da Rabih, Cezayir’de Emir Abdülkadir ve Fas Hakimi Abdülaziz gibi kim varsa kendisine özellikle Padişah İkinci Abdülhamid gibi Osmanlı Sultanları tüm Afrika’da tanındılar, saygı gördüler ve desteklendiler. Haliyle toplam dört asırda o kadar çok önemli şahsiyet var ki yöneticiler yanında alimler, tacirler, denizciler ve mimari eserleri inşa ettirenler saymakla bitmez.

Osmanlı Devleti için kıtanın Müslümanlarının refahı her zaman önemliydi
5-Osmanlı’dan önce ve sonra diye ayırmak istesek Afrika’ya bakış nasıl olur? Keskin bir ayrımdan söz edebilir miyiz?
Osmanlı Devleti’nin Afrika’daki varlığını anlatmak ciddi birikim ister. Bu konuda çok yetersiziz. Haliyle dört asırda yapılanları bilinçli veya bilinçsiz görmezden gelirsek hiçbir şey yapmamışız gibi bir durum ortaya çıkar. Eğer Hint Okyanusu’ndaki ada devletlerinden Komor adası sultanları, Moritus adası Müslümanları, Kongo Demokratik Cumhuriyeti içlerinde hükümranlık kuran Tippo Tip lakaplı Hamid bin Muhammed el-Mürcibi özellikle zor durumda kalındığında Osmanlılardan yardım istiyorlarsa çok uzak coğrafyalarla bile tesis edilen aradaki bağların ne kadar önemli olduğunu gösterir. Osmanlı Devleti için kıtanın Müslümanlarının refahı her zaman önemliydi. Haliyle varlık sebebi sömürmek için değil, sömürülmeye karşı duruştu. Kendine bu devasa kıtada attığı her adımı bir vazife biliyordu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1920’li yıllarda Afrika artık Türklere tamamen kapatılma sürecine girmişti. Her ne kadar 1911-1912 Trablusgarp Savaşı ve sonrasında hiç olmazsa bugünkü Libya’nın korunması için verilen büyük bir mücadele varsa da maalesef masa başında elde edilen kazanımlar da masa başında kaybedilince kıtadan tamamen kopulan bir döneme girildi. Fakat Afrika’nın unutulması mümkün olamazdı. Milyonlarca Osmanlı soylu insan bu kıtanın özellikle kuzey bölgesi ve Mısır merkezli yaşamaktaydı. Cumhuriyeti kuranların içinde de çok sayıda asker ve sivil kıtanın birçok yerinde görev yapmış, içlerinde oralarda doğan devlet adamları vardı. Fakat Etiyopya ve Liberya hariç kıtanın tamamını 1885 yılında Berlin’de yapılan konferansla Fransa, İngiltere, İtalya, Portekiz, İspanya, Belçika ve Almanya arasında paylaştıran konferans ardından çizdikleri sınırların bulunduğu hiçbir bölgede Türkiye Cumhuriyeti’nin faaliyet kurmasına müsaade etmediler. 1926 yılında Etiyopya’da ilk sefaretin açılması bir umut olmuş, 1950’li yıllarda Kahire’de, Trablusgarp’ta ve bağımsızlığını alan diğer ülkelerden Tunus, Cezayir, Fas, Sudan gibi ülkelere derhal yeni sefaretler açıldı. Ancak bu diplomatik temaslar kıta ile ilişkilerimizi her ne kadar toplamda 2009 yılına kadar açılıp kapananlar dahil 15 sefaret olmuşsa da bu ikili ilişkilerin diğer alanlarında çok zor ilerleme sağladı. Ta ki 1974’te Kıbrıs’ta savaş başlayınca Libya devlet başkanı Muammer Kaddafi’nin alenen Türkiye’yi desteklemesi ve ciddi anlamda katkı sağlamasının ardından bu ülke bir anda Afrika’ya yeniden dönüşün kapısını araladı. Zaten Osmanlı zamanında da Trablusgarp eyaleti üzerine kitap yazanlar buraya Osmanlıların Afrika’ya açılan kapısı veya penceresi ifadesini zaman zaman kullanmışlardı. İş adamlarımızın 1992 yılında Birleşmiş Milletlerin bu ülkeye başlattığı ve 10 yıl süren ambargoya kadar müteahhitlerimiz Libya’nın şehirlerinde toplamda 20 milyar dolara yakın çok büyük ihalelere giriştiler. Hatta buradaki faaliyetleri ile sadece Afrika’ya açılmadılar, önce Arap dünyasına, ardından Sovyetler yıkılınca bu ilk tecrübelerini bu defa Türk cumhuriyetlerine ve Rusya Federasyonu’nda Moskova dahil birçok şehre taşıdılar. Özellikle İstanbul’da Laleli’de kısa zamanda büyüyen tekstil pazarının ilk önemli müşterileri Libyalılardı. Bu ülke üzerinden Sahraaltı Afrika’da komşusu ülkelere de temaslar kuruluyordu. Ambargo döneminde Laleli esnafı bu defa Balkan ülkelerine ve eski Sovyet bölgesine yeni kurulan devletlerin müşterilerini çekmeye başladılar. Ne var ki tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye’de Batı’daki her türlü Afrika’yı fakir, geri kalmış, üçüncü dünya coğrafyası gibi menfi algı medya üzerinden sinema filmlerinden ve uluslararası toplantılarda yok sayma siyasetinden etkilenen çok kimse vardı. En basit anlamıyla “Afrika’da ne işimiz var” sözü siyasetçilerimizin, diplomatlarımızın, öğretim üyelerimizin, sanatçılarımızın, askerlerimizin, gazetecilerimizin ve hemen hemen her meslek sahibi kimselerin içinde hiçte küçümsenemeyecek sayıda kişinin dilinden düşmez olmuştu. Tüm bu yapay durum 2000’li yıllarda yerini kıtaya yeniden dönmeye sevk etti. Türkiye adeta hem Osmanlı’nın Afrika’daki etkinlik alanındaki coğrafyaya hem de diğer bölgelere de ilgi duyar hale geldi. Yeni Türk dış siyasetinde merkezî bir konum aldı denebilir.
Türkiye’nin kendi iç siyaseti de buna pek müsaade etmedi
6-Cumhuriyet dönemi Afrika ilişkileri nasıldı? Yeni kurulan devlet Afrika politikası izledi mi?
Cumhuriyet dönemi Afrika ilişkileri 1960’da kıtanın geneline verilen bağımsızlıklara kadar bir anlamda sömürgeci devletler tarafından müsaade edilmediği için gelişemedi. Türkiye’nin kendi iç siyaseti de buna pek müsaade etmedi. Bir anlamda bizim bu kıtayı unutmamız istenmemiş olsa ada bir daha kolaya kolay gündemimize giremedi. Hatta Afrika’nın değil tarihte ilgilenmediğimiz bölgeleri özellikle Cezayir bağımsızlık savaşına dahi mesafeli durmaya sevk edecek gelişmeler yaşandı. Yazılan tarih ile yaşanan her zaman aynı olmadığı için yine de bu savaşa devletin tamamen ilgisiz kalmadığı el altından yardım ettiği o günün şartlarında ifade edilmiyordu. Yaklaşık 80 yıl tüm ilişkiler durdu demek doğru olmaz. 1930’lu yıllarda Aziz Samih İlker’in Şimali Afrika’da Türkler kitabı aslında Afrika’da biz vardık ve oradaki varlığımız adeta tüm ayrıntıları ile belirtilerek unutulması istenmiyordu. Libya bağımsızlığını 1951’de alınca ilk başbakanı Sadullah Koloğlu dahil bazı bakanları, komutanları ve birçok devlet adamı Türkiye’deki bu ülkeyle bağlantılı olan insanlardan belirlenip kendilerine önemli görevler verildi. Prof. Dr. Ercüment Kuran’ın Cezayir’in Osmanlı idaresinden çıkışı dönemini ele alan 1950’li yıllardaki doktora tezi, Porf. Dr. Abdurrahman Çaycı’nın Büyük Sahra’da Türk Fransız Rekabeti, Prof. Dr. Cengiz Orhonlu’nun Osmanlı’nın Güney Siyaseti: Habeş Eyaleti gibi çalışmalar Afrika’da neden var olmamız gerektiğini anlatmaya yeterliydi. Tüm bunlar kıtayı büsbütün kuşatan bir dış siyasete dönüşmedi. Dünya genelinde 1990’lı yılların başında hızla kendine ciddi alan açan Afrika siyaseti Japonya’dan Çin’e, Hindistan’a, Rusya’ya ve Amerika kıtasına kadar pek çok ülkede ilgi alaka uyandırıyordu. Türkiye’de de ufak bir teşebbüsle ile Afrika’ya açılma yapılması yönünde bir broşür hacminde bir yayın Dışişleri Bakanlığı tarafından çıkarılmıştı. Fakat o yılların siyasi anlayışının buna hayatiyet verecek ne maddi imkân ayırması, ne de gerekli iradesi yoktu. Kıtada 53’e çıkan bağımsız ülke sayısına rağmen herhangi bir yeni büyükelçilik açma teşebbüsü yoktu. Libya pazarının ambargo ile kapanması sonrası alış-verişimiz daha çok özellikle Cezayir gibi ülkelerden petrol ürünleri almakla sınırlıydı. Dışişleri Bakanlığımız bünyesinde Afrika iki bölge olarak ayrılmış. Kuzey Afrika ülkeleri Ortadoğu ülkeleri ile bir masa tarafından, tüm Sahraaltı Afrika ülkeleri de Uzakdoğu masası ile birleşik olarak diplomatik açıdan takip ediliyordu. 2009 yılında yeni büyükelçiliklerin açılma başlamasıyla birlikte “Afrika ile çok işimiz var” diye yeni bir sürecin ilk işaretlerini verdi.
7-Cumhuriyet döneminde Afrika’yla köklü ilişkiler ne zaman başladı? Ve nasıl devam etti?
1950’li yıllar Türkiye’nin dış siyasetinde önemli hamleleri beraberinde getirdi. Yeniden bir dünya devleti olma gayreti görüldü. Ancak 1960 ihtilali ile yeniden bir kapanma döneminde girdi. Libya ile 1970’li yılların ortasındaki yakın temas Türkiye’nin belki adı Afrika siyaseti olarak ifade edilmezse de fiili olarak yapılan aslında bu kıtaya yeniden dönüşün en belirgin hamlesi denebilir. 1980’li yıllarda önce başbakan, ardından cumhurbaşkanı olan Turgut Özal’ın hem Libya, hem de Cezayir dahil diğer kıta ülkelerine gösterdiği yakın alaka belli bir ilişkiler ağına temel atabilecek hamleydi. Ancak onun vefatıyla birlikte 1990’lı yıllar sanki uzak durulan önceki dönemleri hatırlatacak özellikteydi. 2002 yılı yeni dönemin hemen sahaya yansıması olarak algılanabilir. 3 yıllık bir hazırlık dönemi sonrasında 2005 yılı Afrika’ya Açılım Yılı ilan edilince tecrübeli diplomatlar bunun yaşanan gerçeklere pek yansımayacağı kanaatindeydiler. Ancak dünya siyaseti çok hızlı değişiyordu ve 2005 yılı Kasım ayında Afrika Birliği Komisyonu Başkanı Alpha Oumar KONARE 1963 yılındaki kuruluşundan itibaren Türkiye’ye özellikle mesafeli duran, resmi davetlere cevap vermeyen kıtanın bu en büyük bütünleşme hareketinin temsilcisi olarak Türkiye’ye gelmesi Afrika siyasetimizin hızlı bir şekilde etkinleşmesine katkı sağladı.

Afrika’ya bakışımız son 20 yılda çok değişti
8-Günümüzde Afrika ilişkilerini nasıl görüyorsunuz? 20 yıllık AK Parti döneminde Afrika’ya bakışta bir değişiklik oldu mu?
Afrika ilişkilerimizi yakın geçmişiyle kıyaslayacak olursak tahayyül edeceğimiz sınırlarımızın çok ötesine geçti. Bu seviyeye getiren sebeplerin bugünlerde çok daha fazlasına sahibiz. Afrika’ya bakışımız son 20 yılda hem bizde hem de Afrikalı muhataplarımızda herkeste çok değişti. Türkiye’nin Afrika’daki itibarı giderek büyüyor. Ama bu devasa coğrafyada Çin gibi, Hindistan gibi her ikisi de 1,5 milyara yaklaşan nüfusları ile büyük bir rekabet içindeler. Rusya, tekrar Sovyetler Birliği zamanındaki daha ziyade ideolojik yaklaşımlarının çok ötesine geçip silahlı birlikleri, askeri yardımları ve eğitim gibi bazı alanlara ciddi yatırım yapıyor. Avrupa Birliği çatısı altında henüz kıtada etkin ülkeler sahadan çekilmiş değiller. Türkiye AK Parti döneminde kıtayı adeta yeniden keşfetti. Hatta siyaseten kendisine karşı olanların Afrika’da pek çok alanda daha fazla kendilerine ticari, yatırım ve benzeri alan açtıkları bile abartılı değildir. Fransızların her yıl Afrika’da itibarı artan ve eksilen ülkeler üzerine yaptıkları bir araştırma var. Türkiye 2020’lu yıllarda hep yükselişteydi. Bu durum kovid salgını döneminde daha da arttı. Fakat kaçak göçmen meselesi, Afrikalıların vize almada zorlanmaları, ülkemizde hayat şartların giderek pahalılaşması ve uluslararası öğrencilerle ilgili eğitim masraflarının bir anda aşırı yükselmesi kıta genelinde Türkiye’nin albenisini olumsuz anlamda etkilediğine dair işaretler var.
20 yılda elde edilen tecrübeler daha etkin bir ilişkiler ağını ortaya çıkaracak
9-Şu an Afrika’da en etkili güç olarak Çin var, sonra Rusya geliyor, Türkiye bu denklemde kendine yer bulup önemli bir atılım yapabilir mi?
Türkiye, Çin ve Rusya’ya göre yakın dönemde, 1960’lardan sonra Afrika’ya epeyce geç girdi denebilir. Gerçi Rusya Sovyetler dönemindeki etkinliğini 1990’larda epeyce azaltmıştı. Ancak Avrupalı eski sömürgecilere karşı gelişen tavrı kendi lehine çevirmeye çalışıyor. Çin ve Rusya’nın kendi coğrafyalarında takip ettikleri siyaset ve bunun bir yansıması olan Afrika’daki varlıkları kısa vadede cazip bir seyir takip etse de sonuçları ortaya çıktıkça çok uzak olmayan bir gelecekte tekrar düşüşe geçeceklerdir. Şu an bütün yapıp ettikleri Afrika ülkelerinin yatırımda, ticarette, savunma ve güvenlikteki zafiyetlerini kendi menfaatlerine çevirmeye dayalı. Uyguladıkları tüm siyaset gerekirse Afrika’da yeni bir sömürgeciliğin tesisine doğru eğilim içerisinde. Türkiye’nin bu denklemde Osmanlı asırlarında yaşandığı gibi kıta toplumlarının varlıklarına öncelik vermek şeklinde gerçekleşirse ki bunda gerçekten farklı davrandığını birçok alanda gösterdi. En basitinden Türk Hava Yolları’nın Afrika’da 40’dan fazla ülkeye sefer düzenlemesi bir ticari faaliyet ise de aynı zamanda büyük bir fedakarlık örneğidir. Çünkü bunu ne Çin, ne Hindistan, ne Rusya, ne ABD ve de Avrupa ülkeleri yapmakta. Bu benzeri Türkiye’nin yaklaşım biçimleri Osmanlıların dünya siyasetine uygun. Son 20 yılda elde edilen tecrübeler gelecek on yılların daha etkin bir ilişkiler ağını ortaya çıkaracağını gösteriyor.
10-Afrika’yla yürütülen ilişkiler hakkında yanlış bulduğunuz bir diplomasi dili var mı? Varsa bunlar nasıl düzeltilebilir?
Diplomaside en yanlış dil üsten bakış ile davranmadır. Genelde farklı ülkelerin diplomatik çevrelerindeki gözlemler Afrika ülkelerine yeterli alan bilgisi olmadan yaklaşıldığı yönünde. Genç bir diplomat memurluğunun ilk basamağında bir Afrika ülkesi yerine Avrupa’da, ABD ve Kanada gibi ülkeleri tercih edebiliyor. Yerel kültüre, dillere, giymeden, içmeye adeta kendilerini kapatan bir tavır var. Afrika ülkelerinde bile Avrupaî bir hayat yaşamaya gayret ediliyor. Bu da kıta insanı ile arayı kolayca açabilmektedir. Afrika’da görev alacak kişilerin bu kıta hakkında belli bir eğitimden geçmeden gitmeleri orada yapacakları görevin etkisini çok azaltıyor. Afrika’da görev yapacak diplomatlar mutlaka sefaretlerin avlusu dışına çıkıp yaşadığı çevrenin orada bulunduğu sürece bir parçası gibi davranabildiği kadar başarısını artırabilir. Bulunduğu ülkenin ana yerel dilinden bir kelime bile öğrenmeyen, müziğini tanımayan, mutfağını bilmeyen, tarihine ve coğrafyasına merak sarmayan birisi aslında orada yaşamıyor demektir. Türkiye’nin Afrika veya başka kıtada görev alacak diğer kamu görevlilerini mutlaka asgari seviyede de olsa bir eğitim almadan görev yerine göndermesi verimliliğini çok azaltmaktadır.
Afrika’nın geleceği yakın geçmişiyle kıyas edildiğinde daha iyi bir konumda
11-Afrika’nın geleceğini nasıl görüyorsunuz? O gelecekte Türkiye’de yer alacak mı?
Afrika’nın geleceği yakın geçmişiyle kıyas edildiğinde daha iyi bir konumda. Dünya tarihine damga vurmuş kıta dışından gelen Fenike, Eski Yunan ve Eski Pers, Roma, Bizans, Müslüman Araplar, Türkler ve sömürgecilikle birlikte Avrupalılar, şimdilerde Asyalılar, hatta Amerikalılar hep buradan elde ettikleri güçlendiler. Şimdilerde artık Afrikalılar da güçlenmeye başladılar. Genelde hep dışardan gelen güçlerin bu kıtadaki varlıklarının hikayesi anlatılır. Oysa Afrika’nın farklı coğrafyalarında tarihte çok güçlü devletler kuruldu. Büyük medeniyet havzaları sayesinde ilimde, sanatta, mimaride, ticarette nice parlak çağlar yaşandı. Türkiye bugün 60 bin kadar Afrikalı öğrenciye eğitim vermekte. Bunların belli bir kısmı belki ya Türkiye’de ya da diğer kıtalarda kendi hayatlarına yön verecekler. Ama hem bunlar hem de ülkelerine eğitimleri sonrasında dönenler sayesinde ve şimdilerde sayıları tama bilinmemekle birlikte binlerce insanımız Afrika’da büyük yatırımlara imza atıyorlar. Mühendislerimiz, Diyanet, TİKA, MAARİF Vakfı, diplomatlarımız ve özellikle sivil toplum kuruluşlarımızın Afrika’daki adım attıkları her yerden müspet neticeler alması geleceğe umutla bakmamızı kolaylaştırıyor. Türkiye son 20 yılda kendine kıtanın tüm zorluklarına rağmen, ciddi rekabetin yaşandığı bir dönemde herkesin gıpta ile baktığı bir yer açtı. Önemli olan bunu kalıcı kılmak ve mümkün mertebe genişletmektir.
12-Afrika’nın sömürgecilik geçmişini de göz önünde bulundurduğumuzda, burada başka türlü bir Afrika için nasıl bir iletişim dili kurulmalı?
Her şeyden önce bu kıta insanlarının iyi niyetleri çok suistimal edildi. Onlara dostça yaklaşan herkes hakkını yedi. Arazileri ellerinden aldı. Madenleri gece gündüz hala sömürülüyor. Kıta nasıl yapılır edilir de geri bırakılır hep bu mantığı devrede tuttular. Osmanlılar Anadolu’da, Balkanlarda ne yaptıysa Hicaz’da, Yemen’de, Tunus’ta, Cezayir’de, Mısır’da ve Trablusgarp’ta aynısını yaptılar. Kazan-kazan siyaseti güçlü devletler arasında bir anlam ifade edebilir. Muhatabı zayıf ülkelerde sadece güçlüler kazanır. Türkiye’nin ifade etmediği ama şahsen gözlemlerimizin de etkisiyle bilfiil uygulaması kazandır-kazan siyasetidir. Afrika’yı bizzat kendi insanları ve imkanları ile kalkındıracak hamleleri devreye almak ve her türlü başarının herhangi bir milletin özelliğinden ziyade genel anlamda insan unsuru ile alakası kurularak Afrikalıların da bunu başaracağı her daim kendilerine verilecek fırsatlarla zihinlerinde canlı tutularak yapılabilir.
Bu kadar insanın yaşadığı her coğrafyada illa ki olumsuzluk olur
13-Afrika’ya dair anlatılan açlık, susuzluk ve yoksulluk dışında başka bir Afrika’dan bahsetmek mümkün mü? Mümkünse nasıl bir Afrika var, bilmemiz gereken?
Afrika 30 milyon km2 yüzölçüme ve 30 bin km sahile, en az 1,5 milyar nüfusa sahip. Bu kadar insanın yaşadığı her coğrafyada illa ki açlık, yoksulluk ve benzeri istenmeyen hayatlar yaşanabilir. Ama Afrika’dan bahsederken hep bu yönlerinin dile getirilmesi dünyanın tamamını, hatta bizzat Afrikalıları da buna inandırmaktır. Çölleri bile nice kıymetli madenlere, hatta yılın belli mevsimlerinde ziraata ve deve gibi hayvancılığa elverişlidir. Sadece Kongo nehrinin Atlas okyanusuna akan suları eğer imkânı olsa 1,5 milyar Afrikalı’nın günlük su ihtiyacını karşılayabileceği ifade ediliyor. Nil nehri, Nijer, Zambez, Senegal, Logon ve daha nice nehirleri; doğusunda Büyük Göller Bölgesi, Çad Gölü Havzası, Nil ve Nijer nehirleri havzaları dünyanın gıda ihtiyacının büyük bir kısmını karşılayabilir. Günlük hayatımızda kullandığımız gıdadan giyime, ev aletlerinden araçlarımıza, uçaklara ve akla hayale gelmeyecek ihtiyaç maddelerinde kullanılan malzemelerin içinde her birinin menşei net olarak ifade edilse aslında insanlık Afrika ile yaşıyor. Afrika ile ömür sürüyor. Zevkini, eğlencesini, gıdasını , ilacını bu kıtadan yok pahasına alırken bire aldığını yüze katlayıp satarak yaşadığı hayatı medeniyet, Afrikalıya reva gördüğü hayatı da bizzat onun kabahati gibi göstererek gününü gün ediyor. Afrikalılar bu muameleyle ilk defa karşılaşmıyorlar. Özellikle 1885 yılında Berlin Konferansında alınan kararlarla çizilen kıta içindeki 85 bin km tutan kara sınırlarını aşılamaz duvarlar değil, sadece modern devletin varlık alanı kabul edip rahatlıkla geçmişte yaşandığı gibi sınırsız Afrika ile mümkün. Şu anda hemen hemen tüm ülkelerinin kabul ettiği kıta içi serbest ticaret anlaşması halen yaşanan birçok girdaptan kurtarabilir. Hammadde kaynaklarını ne kadar mamul hale getirebilirlerse o seviyede dünyada etkinlikleri artacak. Sanayi devrimlerinin ilk üç evresini sömürgecilik yüzünden tanımadılar. Ama ister istemez dördüncü sanayi ile yaşamaya başladılar. Bunun oranı arttığında ise dünyanın pazarı yerine dünyaya ürünlerini pazarlayan bir kıtanın doğması yakın gelecekte bile mümkündür.